“Ne Kudüs dünyadaki diğer şehirlerden bir şehirdir ve ne de Filistin meselesi dünyadaki diğer mücadelelerden bir mücadeledir..”
İnsanlığın
atası Adem (s)’den bu yana tarih şeridi dediğimiz zaman süreci
“hak-batıl” mücadelesinin sahnesinden başka bir şey değildir. Olup biten
her şey bundan ibarettir. Gerek şahsiyet ve gerekse tür olarak Adem (s)
ile İblis arasında yaratılış anında başlayan “hak-batıl” mücadelesi
“Kabil”in ilahi öğretiden saparak “Şeytan”a tabi olması ile
“Ademoğulları” arasında bir mücadeleye dönüştü. Önce “Habil ve Kabil”in
şahsında mana kazanan “hak-batıl” mücadelesi binlerce yıllık insanlık
tarihi boyunca müşahhas şahsiyetler eliyle yeryüzünde somut ve pratik
bir mücadele olarak yürümüştür. İbrahim Nemrut’a, Musa Firavun’a,
Muhammed Ebu Süfyan’a karşı..
Kur’an-ı Kerim’de “batıl”a karşı
mücadeleleri kıssa edilen tüm Peygamberlerin (s) mücadele sahneleri
Ortadoğu’dur. Cenab-ı Allah’ın son ilahi kitapta “insan”a yol göstermek
için öğütlediği kıssaların tümünün “Ortadoğu”dan seçilmiş olması da
besbelli ki başlı başına bir dikkat çekme ve öğüttür. “Hak-batıl”
mücadelesi karakterini bu coğrafyada kazanmıştır ve nihayetinde bu
coğrafyada hesaplaşacaklardır. Eğer tarihi doğru okursanız zamanınızı
doğru anlamlandırırsınız. Ve zamanınızı doğru çözümlerseniz geleceği
doğru kurgularsınız!
Güncel olarak yaşadığımız sosyal ve
siyasal olayların tümü de yukarıda tanımladığımız mücadelenin devamından
başka bir şey değildir. Zira hiçbir sosyal ve siyasal olay ilanihaye
künhü itibariyle “hak ya da batıl” olmanın dışına çıkamaz. Ve madem ki,
tüm olup biten “hak-batıl” savaşının birer perdesinden ibarettir o zaman
insanlığı tanımlama da Kur’an-ı Kerim’in kullandığı en üst tabirler
bize ışık tutmalıdır. İnsanlık iki gruptan ibarettir: “Mustazaflar ve
müstekbirler!”
Irkı, milliyeti, dini, mezhebi, meşrebi, konum,
mevki, imkan ve coğrafyası ne olursa olsun “hakları gasp edilmiş;
sosyal, siyasal, ekonomik, dini ve kültürel olarak şu ya da bu çapta
tasallut, tahakküm ve sömürü altında olan herkes “mustazaf”tır. Velev ki
kendi mustazaflığının farkında olmasa bile. Ve ırkı, milliyeti, dini,
mezhebi, meşrebi, konum, mevki, imkan ve coğrafyası ne olursa olsun
“başkalarının haklarını gasp etmekte; sosyal, siyasal, ekonomik, dini ve
kültürel olarak şu ya da bu çapta başkalarına tasallut, tahakküm ve
sömürü uygulayan herkes “müstekbir”dir. Velev ki kendi müstekbirliğinin
farkında olmasa bile.
Tüm bunlar ışığında “Filistin Meselesi ve
Kudüs Sorunu” bir ırka, millete, dine veya mezhebe ya da belli bir
coğrafyaya has bir mücadele değildir. “Filistin Meselesi ve Kudüs
Mücadelesi” mustazaflar- müstekbirler mücadelesinin “ana cephesi”dir.
“Filistin Meselesi ve Kudüs Mücadelesi” aidiyetler ve coğrafya üstü bir
mücadeledir. Dolayısıyla tüm yerel, bölgesel ve hatta küresel diğer
sorunlar ve mücadeleler de onun alt katmanlarıdır. Bu sebeple dünyadaki
hiçbir mustazafın Kudüs meselesine duyarsız kalma imkan, izin ve lüksü
yoktur. Hatta hangi coğrafyada hangi aidiyette yaşıyor olursa olsun bir
mustazafın birincil görev ve sorumluluğu “Kudüs Meselesi”dir. Çünkü
Kudüs özgürleşirse yerküre hürriyet bahçesine döner. Eğer Kudüs’te
“adalet” şemsiyesi açılırsa dünyada zulmün beli kırılır…
Kudüs için biz mi feda olacağız yoksa “bizim” için Kudüs’ü mü feda edeceğiz
Amerikan
Başkanı Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyan kararnameyi
imzalayıp ABD Büyükelçiliği’nin Tel-Aviv’den Kudüs’e taşınması
talimatını vermesi üzerine küresel olarak gözleri ve dikkatleri (uzun
bir süredir kaderine terk edilmiş) olan Kudüs’e çevirdi. Yaygın olarak
İslam coğrafyasında olmak üzere dünyanın neredeyse her noktasında bu
kararı protesto edip, Kudüs ve Filistin’e destek bildiren eylem ve
etkinlikler yapıldı/yapılmakta.
Türkiye’de de neredeyse her
şehirde eylem ve etkinlikler icra edildi/edilmekte. Vatanın cadde, sokak
ve meydanlarının “Kahrolsun Amerika! Kahrolsun İsrail!” sloganları ile
inlemesini Allah’ın bir lütfu ve inayeti olarak görüyor, hamd ediyorum.
Ancak aynı zamanda bu mücadelenin sağlıklı bir zeminde yürüyebilmesi
için daha önceki pek çok tecrübeden hareketle bazı konuları analiz etme
ve dikkat çekmeyi de bir görev ve sorumluluk addediyorum.
Türkiye
İslamcılığı, on beş yıla ulaşmış olan iktidar tecrübesi sırasında
maalesef birçok alanda başarılı bir sınav verememiş ve ortaya erdemli
bir ürün çıkaramamıştır. Bu zaman diliminde işlenen fecaatlerin en
başında: Biz, “değerler ve ilkeler”i ikame etmek, onlara hayat vermek ve
gerekirse bu uğurda her türlü fedakarlığı yapmak için yola çıkıyoruz
denildikten sonra yolda “makam, mevki, imkan ve konum” için her türlü
“değer ve ilke”nin feda edilerek içinin boşaltılması ve bir “rant”ta
dönüştürülmüş olması gelmektedir.
Maalesef aidiyetler ve
coğrafya üstü olması gereken “Kudüs” meselesinin Türkiye’de ele alınış
biçimi çoğu zaman “mezhepçi ve kavmiyetçi” bir yaklaşım içermekte.
Türkiye İslamcılığının duçar olduğu pragmatizm ve makyavalizm
hastalıklarını da dikkate aldığımızda işte bu gerçeklik, “Kudüs”
meselesinin de bazı “sosyal ve siyasal rantlar”a dönüştürülmesi
tehdidini bağrında taşıdığını göstermektedir.
İşte bu noktada
özellikle “imkan, güç, konum ve mevki” sahipleri ile “toplumsal ve
dinsel kanaat önderleri”ne şu uyarıyı yapmayı vicdani bir sorumluluk
görüyor ve diyorum ki: “Kudüs Meselesi, “insanlık”ın meselesidir.
Kişisel, grupsal, ulusal hiçbir menfaat veya kazanım Kudüs meselesinden
daha değerli değildir. O yüzden Kudüs meselesini kirletecek,
sulandıracak, ulusallaştıracak ya da mezhepleştirecek her türlü girişim,
yol ve yöntem Kudüs’e ihanettir; insanlık ve İslam’a karşı zulmettir.”
Kudüs’ü savunmak, Kudüs’ü savunanı savunmakla mümkündür
“Kudüs
Meselesi” konusunda Türkiye’de yaşanmakta olan paradoksların en
garabeti ise meseleye bütüncül ve evrensel olarak değil de “parçacı,
kavmiyetçi ve mezhepçi” bakmaktan kaynaklanan “dost ve düşman”
tanımlarının yapılamıyor veya tam ters olarak yapılıyor olmasıdır.
Eğer
gerçekten samimiyet ve ihlasla Kudüs’ü savunmak ve özgürleştirmek
istiyorsak o zaman “Kudüs”ün dost ve düşmanlarını belirlememiz;
dostlarına dost, düşmanlarına düşman olmamız gerekir. Bir yandan
“Kudüs”ü savunup onu özgürleştirmek istediğini iddia etmek ama bir
yandan da onun düşmanları ile iş tutmak veya dostlarına düşmanlık
bellemek özünde Kudüs’e ihanet olduğu gibi en hafif ifadesi ile de
“cehalet ve ahmaklığın” dibine vurmaktır.
Şimdi bu minvalden olmak üzere bazı özel gerçeklikleri maddeler halinde analiz edelim:
1-
“Kudüs”ü kime karşı savunacağımızın adını koymalı ve onları düşman
bellemeliyiz. Mademki Kudüs, İsrail işgali altındadır ve İsrail’de
Amerikan emperyalizminin Ortadoğu’da ki ileri karakoludur; o zaman
düşmanımız bellidir. Büyük Şeytan Amerika ve onun Gasıp Siyonist Uşağı
İsrail! Fikirsel olarak ta “emperyalizm ve siyonizm”! Eğer kim Amerika
ve İsrail’i dost ve müttefik belliyor onlarla iş tutuyorsa o, Kudüs’e
karşı ihanet içerisindedir ve onun mücadelesi sahtedir. İster bireysel
olsun ister cemaatsel ve isterse devlet bazında hem İsrail ile dost
olmak ve hem de Kudüs mücadelesi vermek aklen ve pratik olarak muhaldir.
Zira Kudüs için özgürlük mücadelesi vermenin ilk şartı İsrail’in
meşruiyetini yani işgali yani gasbı yani zulmü reddetmektir.
2-
İslam İnkılabı’na karşı olarak veya İslam İnkılabı’nı
itibarsızlaştırmaya çalışarak “Kudüs”e dost olmak ve Kudüs için mücadele
vermekte mümkün değildir. Zira İslam İnkılabı’nın ontolojik olarak ilk
hedefi “Kudüs”ü özgürleştirmektir. Ve İslam İnkılabı geride bıraktığı
otuz sekiz yılda bunu çok fazlası ile ispat etmiş ve Filistin davasının
gerçek hamisi olduğunu ortaya koymuştur. Ayrıca gerek Kudüs için
mücadele eden Filistin (HAMAS, İslami Cihad, FHKC hatta FETİH)
hareketleri ve gerekse Lübnan Hizbullah’ı bu gerçeği defalarca deklare
etmişlerdir.
3- Lübnan Hizbullah’ına karşı durarak, rezerv
koyarak, rakip ya da düşman ilan ederek te Kudüs’ü savunmak imkansızdır.
Bu zamana kadar İslam ümmeti içerisinde İsrail’e yenilgi tattıran
Mayıs-2000 ve Temmuz-2006) tek hareket olan Hizbullah, bu zamana kadar
silahını asla İsrail ve onun tetikçileri dışında kimseye
doğrultmamıştır. İsrail’e karşı mücadelede her türlü fedakarlığı yapan
bu topluluk, canları, malları ve kanları ile İslam ümmetinin ayaklar
altına serilmiş olan izzetini ayağa kaldırmıştır. “Mezhepçi, kavmiyetçi
veya Neo-Osmanlıcı” fikirlere kapılarak Lübnan Hizbullah’ına karşı
durmak, İsrail’e destek olmaktan başka bir şey değildir.
4-
Suriye Vekalet Savaşı’nı çözümlemeden ve Esad’ın Kudüs savunmasındaki
yer ve konumunu kavramadan da Kudüs’ü savunmak mümkün değildir. Suriye
Vekalet Savaşı, Amerikan emperyalizmi ve siyonizm işbirliğiyle yüzden
fazla ülkenin maddi manevi katkısı ile Kudüs’ün işgaline gidecek yolu
açmak için çıkartılmıştı. Ancak meseleye “Mezhepçi, kavmiyetçi veya
Neo-Osmanlıcı” olarak bakanlar, Amarika ve israil’e hizmet ettiklerinin
farkına varamayıp hakikatte Amerika’nın tetikçileri olan “tekfirci
cihadistler” eliyle “İslam Devrimi” hülyalarına saplandılar… “Karakteri
gereği “hakikat”in üzeri örtülebilir fakat yok edilemez!” gerçekliği bir
kez daha tekerrür etti ve kör gözler hariç tüm dünya için Esad’ın
direnişinin sadece kendisi ile alakalı olmayıp tüm bölgenin kaderini
savunduğunu hakikati ayan beyan oldu. Şimdi “taassup” batağından
kurtulma zamanı. Artık şunu idrak edelim ki: “Esad’a karşı savaşmak
“Kudüs”e karşı savaşmaktır. Esad’ı düşürme çabası İsrail’e Kudüs’ün
yolunu açma çabasıdır.” Kudüs’ü savunacaksak eğer bir an önce Esad’ı
“dost ve müttefik” kabul etmeliyiz.
5- Tekfirci akımlar ve
tekfirci cihadist örgütlere destek vererek te Kudüs savunması yapmak
imkan dahilinde değildir. Al-i Suud ve Onun coğrafyayı zehirlediği
dinsel anlayışı “vahhabizm” İslam ümmeti içerisine yerleştirilmiş
siyonist bir yapılanma ve akımdan başka bir şey değildir. Bu zehirli
akımın açığa çıkarttığı “tekfirci cihadist örgütler” (Taliban, Kaide,
Nusra, IŞİD, Boko Haram, Şebab, Heyetüş Şam vs.) ise Ortadoğu’da Amerika
ve İsrail lehine tetikçilik yapmaktadırlar. Bunlar bilinçle ya da
gaflet ve cehaletin kurbanı olarak İslam ümmetinin enerjisini heba
ettirmekte; Amerika ve İsrail’e mevzi açıp zaman kazandırmaktadırlar.
Bir zehir kuyusu olan “Vahhabizm”, onun finansörü ve devlet yapılanması
olan Suud ile “tekfirci cihadist örgütler”e destek sunarak İsrail ile
mücadele olmaz. Zira bunlar bizatihi İsrail’in kollarıdırlar.
6-
Mezhepçilik ve kavmiyetçilik penceresinden bakarak Kudüs’ü doğru ve
sarih olarak ne görmek mümkündür ne anlamak ve ne de savunmak. Yukarıda
da belirttik Kudüs, aidiyetler ve coğrafya üstü bir konudur. Onu
savunabilmek için önce onu anlamalıyız. Oysa ”mezhepçilik ve
kavmiyetçilik” insanı “aidiyet ve coğrafya zindanı”na hapseder. Aidiyet
ve coğrafya zindanına hapsolmuş şahsiyet ya da topluluklar, farkında
olarak ya da olmayarak aidiyet ve coğrafya faşizminin tepe noktası olan
“siyonizm”e bulaşmışlardır. “Siyonizm”den parçalara taşıyarak, az çok
ondan beslenerek İsrail ile mücadele etmek Kudüs’ü savunmak mümkün
değildir…
Hepimizin; tüm mazlum, mahrum, mustazaf şahsiyet ve
kitlelerin kaderi “Kudüs”tedir. Sömürülmüş; tasallut, tahakküm ve sömürü
altında olan tüm coğrafyaların özgürlük anahtarı “Kudüs”tedir.
“Kudüs”ün kurtuluşu ise önce onu doğru anlama ve anlamlandırmadadır.
Ancak önce şu soruyu doğru cevaplayarak yola koyulabiliriz: “Hangi
“Kudüs”ü kimin “Kudüs”ünü niçin ve nasıl savunacağız?
Zira “Ne
Kudüs dünyadaki diğer şehirlerden bir şehirdir ve ne de Filistin
meselesi dünyadaki diğer mücadelelerden bir mücadeledir..”
Muntazar Musavi