Şrift ölçüsü:
A+
A
A-
06 Mart 2018

İki sütunlu siyasetin çöküşü; ABD’nin İran üzerindeki sultasının sonu

İran, İslam inkılabı zafere kavuşmadan önce Amerika’nın Fars körfezine yönelik politikalarına hizmet etme çerçevesinde büyük servet ve nüfus, stratejik konum ve askeri güç bakımlarından bölgenin diğer zayıf ülkelerinden farklı olarak pratikte bölgede ABD’nin jandarmalık görevini üstlenmişti.

Bu süreçte petrol fiyatlarının aniden yükselişi ve İran’ın askeri gücünün gelişmesi de İran için bölgede jandarma rolünü üstlenmesi için şartları hazır hale getirdi. Böylece İran’ın bu rolü zamanla Batı’nın Fars körfezi bölgesindeki petrol sevkiyatı temelinde çıkarlarını güvenlik açısından korumak ve müdahaleci güçlerin ve despot rejimlerin hedefleri ile eşgüdümlü hareket etmek şeklinde ortaya çıkmaya başladı.

Amerika devleti, dönem Başkanı Richard Nixon’un doktrinine göre ve İngilizlerin Fars körfezinden çekilme fısıltılarının duyulması ile beraber, bölge ülkelerini kendi çıkarları doğrultusunda kullanmya vurgu yapmaya başladı ve Fars körfezinde askeri güç boşluğunu doldurmak üzere iki stratejik hedefi gündemine aldı. Bu hedeflerden biri, Batı dünyasının çıkarlarının tehlikeye düşmesini önlemek ve diğeri, Nixon’un stratejisine göre Fars körfezine dolaylı müdahale için gerekli altyapıları hazırlamaktı.

Nixon’un doktrini Fars körfezi bölgesine yankısını iki sütunlu politika veya ikiz politika şeklinde gösterdi. Bu politikaya göre İran ve Arabistan devletleri ABD’nin programlarının iki temel sütunu olarak Fars körfezinde güvenliği sağlamak ve güç boşluğunu doldurmakla görevlendirildi.

Amerika bu iki ülkeye iktisadi ve askeri yardımlarda bulunmak sureti ile bölgede doğrudan bulunmaya ihtiyaç duymaksızın onları bölge genelinde güvenliği temin eden iki araç olarak kullanmaya başladı.

Nixon şöyle diyordu: Fars körfezi kıyılarında yer alan ülkelerin iktisadi büyümesi ve bu ülkelerde reformların yapılması, bölgede huzur ve güvenliğin sağlanması açısından önemli konulardır ve İran ve Arabistan sorumlu çabaları ile bölgede güvenliği takviye edebilir.

Nixon bu aşamadan sonra Fars körfezi bölgesinde üç bileşeni olan bir politikayı uygulamaya başladı. Bu bileşenler, bölgenin istikrar temelleri olarak İran ve Arabistan’la yakın işbirliği, ABD donanmasının Ortadoğu komutanlığı bünyesine bağlı üç savaş gemisi yeteneğinde bölgede askeri varlığını sürdürmesi ve bölgenin küçük ülkelerinin güvenliklerinin temin edilmesi bakımından Britanya’ya olan bağımlılığının azaltılmasından ibaretti.

Bu stratejide Amerika açısından birinci seçenek İran’dı ve Arabistan’da daha çok güvenlik programlarının mali sponsoru olarak bakılıyordu. Bu yüzden İran, Nixon doktrininin temel direği olarak bölgede polis ve jandarma görevini üstlendi. Gerçekte Nixon’un tezi, Amerika’nın çıkarlarını koruyabilecek ve bu ülkenin nüfuzunu pekiştirebilecek güce sahip olan ülkelerde uygulandı. Bu seçimde Amerika’nın gözetlediği en önemli şartlardan biri, bölgede seçtiği müttefikinin önemli stratejik konuma sahip olmasıydı.

İran Fars körfezine tam musallat olan bölgenin tek ülkesidir. Nitekim eğer Amerika bu görevi Fars körfezinin Güney kıyılarında yer alan devletlere vermek isteseydi, bölgeye yönelik stratejisini uygulayabilmek için altı ülke ile koordinasyon sağlaması gerekirdi.

Gerçekte İran’ın stratejik önemi ikinci dünya savaşı sonrası ve soğuk savaş döneminin başlaması ile birlikte ABD’nin programlarında artmaya başlamıştı. Buna göre ABD genel kurmay başkanlığı 11 Ekim 1946 tarihinde İran’ın stratejik önemine vurgu yaparak İran’ı desteklemenin ABD’nin milli çıkarlarını korumak için zaruri olduğunu vurguladı.

Aizenhaver’in çevreyi savunma stratejisi sonucu ve yine İran’ın Ortadoğu bölgesinin Kuzey cephesinde konumu, Akdeniz bölgesini savunmak için Kuzey üssünden yararlanarak sovyetler birliğine kara veya hava akınları düzenlemek, İran ve Fars körfezinde yer alan diğer ülkelerin petrol kaynaklarının uzun süreli bir savaşta Avrupa ve Batı’nın enerji ihtiyacını karşılamakta önemi ve yine sovyetler birliğine yönelik casusluk yapma imkanları, İran’a özel bir konum kazandırdı.

Askeri işler uzmanı Jaşua Epstin’in tezlerine göre ve yine NATO ve pentagon ve sovyetler birliği askeri teşkilatının son elli yılda yayımladığı çok sayıda belgeye göre İran şaşırtıcı bir şekilde ABD’nin askeri stratejilerinde eksen önem kazanmıştı.

ABD savunma eski Bakanı Harold Brown İran’ın sovyetler birliği tarafından ele geçirilmesi ile Avrupa’nın bu birlik tarafından ele geçirilmesi arasında yaptığı bir mukayesede, İran’ı ele geçirmenin puanı Avrupa’yı ele geçirme puanı kadar  büyük olacağını, zira Fars körfezinden çıkan petrolü kontrol etmek, Batı Avrupa ve Japonya’yı kontrol etmeyi mümkün hale getireceğini belirtiyor.

İran aynı zamanda NATO paktı ile Sento paktını birbirine bağlama görevini de üstlenmişti. Bu savunma zinciri komünizmin nüfuzunu önlemek amacıyla Batı Avrupa ve Kuzey Akdeniz bölgesinden başlıyor ve ve en Doğu uçta Türkiye’de noktalanıyor ve bu kez İran ve Pakistan üzerinden Güneydoğu Asya bölgesine uzanıyordu.

Bu şartlara ve coğrafi konumlara sahip olan İran, bölgede jandarmalık konumundan bölgesel politikalarını gütme yönünden yararlanmaya çalıştı. Şubat 1967 tarihinde İngiliz The Guardian gazetesi, İran güçleri Fars körfezi kıyılarına intikal ettirildiğini yazdı. İran şahı ise Haziran 1966’da Washington Post gazetesine verdiği mülakatta şöyle demişti: İran Fars körfezinde savunmaya hazırlıklı olmalı, zira Cemal Abdulnasır, İngiltere devleti güçlerini Aden’den çektikten sonra kendi güçlerini Yemen’den Arabistan yarımadasına ve Fars körfezindeki emirliklere doğru kaydırmaya çalışıyor.

Öte yandan Arap milletlerinin Amerika ve korsan İsrail’e yönelik öfke ve nefret duygusu İran’ı Amerika ve Batı için en iyi ve en önemli üs haline getirdi. 1963 yılında ise kapitülasyon yasasının onaylanması, İran’ın ABD’ye bağımlılığı ve bağımsızlıktan yoksun olduğunun doruk noktasıydı. Gerçekte şah İran milletinin bağımsızlığı ve milli egemenliğine asla inanmıyor ve iktidarın başında kalmasını da Amerika’ya bağımlılıkta görüyordu.

Aynı politikanın devamında şah rejimi Arap – İsrail savaşı ve Arapların petrol ihracatını durdurmaları döneminde  İsrail ile ilişkilerini ve bu rejime petrol ihracatını sürdürdü, nitekim Arapların 1967 savaşında İsrail’e yenik düşmeleri ve Batılıların can güvenliği tehlikeye girmesinin ardından İran, Amerika ve Batı için en sağlam ve en güvenli sığınak haline geldi ve Batılıları ağırlamaya başladı. Böylece İran bölgede İsrail’in ikinci kopyası oldu ve ABD’nin çıkarlarını korumaya başladı. Gerçekte Amerika bölgesel stratejileri çerçevesinde sürekli bölgede nüfuzunu sürdürebilmek için güvenebileceği müttefiklerin arayışındaydı. 

Gerçekte şah rejiminin de esas amacı, iktidarının temellerini ABD’nin vaatlerine dayanarak pekiştirmekti. Bu arada şah ve Nixon ilişkileri oldukça yakın ve eskilere dayanan bir dostluğa dayanıyordu. İki lider sürekli birbirini takdir ediyor ve destekliyordu.

Bu konuda Nixon şöyle diyordu: şah Ortadoğu bölgesinin en yetenekli liderlerinden biri ve en iyi politikacıydı. Şah layık bir liderdi. Şah Amerika’nın Ortadoğu bölgesinde anahtar müttefiki ve Akdeniz’den Afganistan’a kadar uzanan bölgede istikrar unsuruydu.

Amerika’nın dış politikasını belirleyenler, İran ve ABD çıkarlarını ortak ve birbirine çok yakın görüyordu. Amerika milli güvenlik danışmanı Henry Kisinger’in belirttiğine göre tüm uluslararası büyük meselelerde Amerika ve İran’ın izlediği siyasi yol birbirine paraleldi, dolaysıyla birbirine karşılıklı olarak süreklilik kazandırıyordu. Şahın izlediği politikaları takdir eden Kisinger şöyle diyordu: İran İsrail dışında, bölge ülkeleri arasında Amerika ile dostluğu dış politikasının başlangıç noktası olarak belirlemişti. İran’ın nüfuzu her daim bize destek yönünde uygulanıyordu. İran’ın imkanları ve yardımları ile birlikte hatta dünyanın başka bölgelerinde bizim imkanlarımızı ve yardımlarımızı takviye ediyordu. Şah bizim dünyada en iyi, en önemli ve en sadık dostlarımızdan biriydi.

Mayıs 1972’de Richard Nixon ve Henry Kisinger Doğu Avrupa turundan döndükten sonra Tahran’da İran’ın silah alımı ve ordusunun geleceği hakkında şah ile önemli müzakereleri gerçekleştirdiler. Bu müzakerelerde İran istediği her türlü askeri silah ve teçhizat alabileceği kararlaştırıldı. İran’ın ABD ve Batı tarafından alelacele fevkalade modern silahlarla donatılma sürecinde hatta henüz tasarım aşamasında olan seri imalatına geçilmemiş silahlar bile satın alındı. Örneğin İngiltere yapımı olan ve İran’a teslim edilen Çiften tanklarının sayısı bu tankı imal eden İngiltere ordusunun sahip olduğu tank sayısından fazlaydı. Yine 1974 yılında İran’a teslim edilen F-14 savaş uçakları henüz test aşamalarını tam olarak geride bırakmamıştı.

Nixon doktrinine göre ABD’nin güvenlik faaliyet alanı Fars körfezinin çok çok ötesindeydi ve Hint okyanusunun batısına kadar uzanıyordu. Buna göre İran da Umman denizi ve Hint okyanusunda deniz ve hava gücünü takviye etmek için Çabahar’ın Konarek bölgesinde 800 milyon dolar harcayarak çok gelişmiş bir hava ve deniz üssü kurdu. Konarek üssü Amerika’nın Hint okyanusunda Diago Garsia adasındaki deniz üssünden sonra dünyanın en büyük ve en modern askeri üssüydü.

Aslında İran’ın ABD’nin doğrudan veya dolaylı dış müdahalelerinde uygulaması güvenlik stratejilerin ötesinde bir uygulamaydı. Bu konuda Henry Kisinger şöyle diyor: şahın 1973 yılında Paris anlaşması imzalandığı sırada Güney Vietnam’a yardımı, 1970’li yıllarda iktisadi kriz döneminde Batı Avrupa’ya yardımı, sovyetler birliği ve Küba’nın ortak güçlerinin saldırısına karşı Afrika’nın ılımlı güçlerine destekleri, Mısır’da Enver Sadat’a desteği göz kamaştırıcıydı.

Amerika’nın Newyork Times gazetesi ise şöyle yazıyor: 1953 askeri darbesinden sonra şah kadehini CIA’nin Ortadoğu masası şefi Kremit Rousvelt’in şerefine kaldırdı ve şöyle dedi: ben tacımı ve tahtımı Allah’a ülkemin halkına, orduma ve size borçluyum.

Şah petrol dolarları, askeri güç sayesinde dikta ve baskı rejimi kurmuş ve her muhalif sesi bastırmaya başlamıştı. İslam inkılabı ise İran’da istiklal, özgürlük, İslam Cumhuriyeti sloganı ile zafere ulaştı ve bu zaferin en önemli getirisi ABD’nin elini İran’ın üzerinden kesmek ve milli egemenliği hakim kılmak ve halkçı bir nizamı kurmak oldu.

İran İslam Cumhuriyeti nizamı halkın gücüne dayanarak İran’ın bağımsızlığını savunmak üzere başta ABD olmak üzere küresel istikbar güçlerine karşı direnmeye başladı ve son 39 yılda bu güçlerin tüm komplolarını etkisiz hale getirdi. Mağdurları ve mustazafları savunmak bir yandan ve zalimlere ve müstekbirlere karşı durmak ve direnmek öbür yandan İran İslam Cumhuriyeti nizamının dış politikasında değişmez bir ilkedir, nitekim bu ilkeler İran’ı dünyanın özgürlükçü milletlerinin ilham kaynağı yaptı ve İslam inkılabı bölgede ve dünyada büyük değişimlerin başlamasına vesile oldu.


969 بازدید
در حال ارسال اطلاعات...