Ravi şöyle diyor: İmam Sadık’a (a.s) şunu sordum: “Allah seni ıslah etsin; her kim Allah’la görüşmeyi severse Allah da onunla görüşmeyi sever ve her kim de Allah ile görüşmeyi sevmezse, Allah da onunla görüşmeyi sevmez, öyle mi?” İmam: “Evet” diye buyurunca “Allah’a andolsun ki biz ölümden hoşlanmıyoruz” dedim. İmam (a.s) şöyle buyurdu: “Kapıldığınız evham/kuruntu doğru değildir. Şüphesiz ki bu, ölümü görme anındadır. İnsan sevdiğini görürse, en çok Allah’ın huzuruna varmayı sever ve Allah da onu görmeyi sever. Ama eğer ölüm anında sevmediği bir şeyi görürse, o zaman da en çok Allah ile görüşmekten nefret eder ve Allah da onu görmekten nefret eder.”[1]
“Eslehekellah” cümlesi bir hayır duasıdır ve duada karşı tarafın, duanın içeriğinden yoksun olmasını gerektirmez. İçeriği hasıl olsa bile bu tarz yaygın olarak kullanılmaktadır. Dolayısıyla İmam Sadık’ın (a.s) ıslah ve doğruluk dilenmesi de bilinen ölçülerin dışında bir şey değildir. Nitekim, “Gaferellah leke” ve “afellah anke” cümleleri de İmamlar hakkında kullanılmaktadır. Bazıları, “Allah böylece, senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlar” [2] ayetini de bu anlama yorumlamışlardır ve bunun “gaferellah leke” anlamına geldiğini söylemişlerdir.”[3] Dolayısıyla duanın içeriğinin hasıl olması gerekli değildir. Gerçi bu ayeti şerifede uzak bir ihtimaldir ve biz, önceki hadislerden birini şerh ederken bunu beyan ettik. O halde, dua gibi inşa edilen hususlarda içeriğin hasıl olması gerekmez.
“Lika” kelimesi “lekiye” fiilinin mastarıdır. “likaen, likayeten, likiyyen, likyanen, likyaneten, lukyen, luken, lukyanen, lukyeten ve lukyaneten” kelimeleri de bu fiilin mastarlarıdır ve de ru’yet ve görmek anlamına gelmektedir. Likaullah konusunu ise uygun olduğu kadarıyla ileride açıklamaya çalışacağız.
“Ebgeze” kelimesi ise, if’al, babındandır. “Beguze, begazeten fehuve begiz” ise sevginin karşıtıdır. “Begzetun ve begzaun” ise bunun şiddetidir. Özetle, hub ve bugz (sevgi ve nefret), birbirinin karşıtı olan nefsani sıfatlardandır. Hakikatleri de bilinen bir şeydir. Zira, bunlar da diğer nefsani sıfatlar gibi açıklanması gerekmeyen zati hakikatlerdendir. “Hubb” ve “bugz”un hak Teala’nın mukaddes zatına isnadının hangi itibarla doğru olduğunun açıklaması ise, inşallah ileride yapılacaktır.
“İnna lenekrehul mevt” cümlesine gelince… Ravi, ölümün, Allah’ı görmekle birlikte olduğunu sandığından veya likaullahı bizzat nefsin ölümünden ibaret gördüğünden dolayı, ölümden hoşlanmamanın da Allah’tan hoşlanmamak olduğunu sanmış ve bu soruyu sormuştur. İmam (a.s) da mutlak hoşlanmamanın ölçü olmadığını; aksine melekut ve diğer alemlerin etkilerinin müşahede edildiği ölüm anının ölçü olduğunu beyan etmiştir.
“Leyse zalike heysu tezhebu” cümlesinin ise Farsça karşılığı yoktur. Daha çok, “zannettiğiniz, düşündüğünüz, zihninize gelen” vb. ifadeler kullanılmaktadır. Bu Arapça ifadeden maksat da, evhama ve kuruntuya kapılmaktır. Arapça’da bu tür tabirler çoktur. “Zehab” ve türevleri, evham ve inançlar hakkında kullanılmamaktadır. Nitekim, mezheb de bu anlamdadır ve bu bir istiareden ibarettir. Zira, nesnel ve reel “zehab”dan (gitmekten) alınmıştır.
“İnd’el-Muayene” cümlesindeki “muayene” kelimesi, “mufaele” babındandır. Nitekim bir şey açık bir şekilde görüldüğü takdirde “ayentu şey iyanen” denmektedir. Ölüm anına da “muayene” denmektedir. Zira insan ölürken o alemin nişanelerini açık bir şekilde görmekte, gaybi ve melekuti gözleri açılmakta, melekut halleri, az da olsa kendisine keşf olmakta, amel ve haletlerinin bazı belirtilerini kendi gözleriyle görmektedir.
Hadis-i şerifte uyumlu olarak açıklanması gereken hususları birkaç bölümde açıklamaya çalışacağız. Güven sadece Allah’adır.
1. Bölüm: Likaullah (Allah’ı Görme) ve Likaullahın Niteliğinin Beyanı Hakkında
Bil ki açık, kinaye veya işaret yoluyla likaullah (Allah’ı görme) konusuna işaret eden bir çok ayet ve hadisler vardır. Bu sayfalarda söz konusu rivayetlerin tümünü aktarma imkanı yoktur. Ama kısaca onlara işaret etmek istiyoruz. Bu konuda daha fazla bilgi edinmek isteyenler merhum Hacı Mirza Cevad-i Tebrizi’nin bu husustaki bir çok hadisleri bir araya toplayan “Likaullah” risalesine müracaat etmelidir.
Bil ki bazı likaullah yolunu tümüyle kapatan bazı müfessirler ve alimler, sözde Allah-u Teala’nın zatını tenzih etmek için likaullah hususundaki hadis ve ayetlerin tümünü, ahiret günü ile mükafat, sevap ve ceza gününü görmek olarak yorumlamışlardır. Bu yorum, mutlak “lika” ile bazı ayat ve rivayetlere oranla doğru bir açıklama olabilir; ama bazı muteber kitaplarda yer alan dua ve rivayetler ile büyük alimlerin şahit olarak gösterdiği meşhur hadislere oranla oldukça uzak ve soğuk bir yorumdur.
Bilmek gerekir ki likaullah ile Hakk’ın cemal ve celalini müşahede hususunda kapıyı açık tutanların maksadı, zat-ı mukaddesin künhüne/hakikatine ermenin caiz olduğu değildir. Onlar ilm-i huzuri[4] ve reel/ruhanî müşahede ile, mutlak kuşatıcı olan zatı ihata etmenin mümkün olduğunu söylememektedirler. Aksine tümel ilimlerde tefekkür adımıyla ve şuhudî irfanda basiret adımıyla böyle bir zatın künhüne/hakikatine ermenin imkansız olduğu meselesi, kanıtlarla ispatlanmış bir konudur ve de bütün akıl sahipleri ile marifet ve kalp ehlinin ittifak ettiği bir husustur. Bu makamı iddia edenler; tam bir takvadan, kalbin tüm alemlerden yüz çevirmesinden, iki alemin reddinden, bencillik ve enaniyetin ayaklar altına alınmasından, Hakk’a ve o mukaddes zatın sıfat ve isimlerine tam bir teveccüh ettikten, o zatın mukaddes zatının sevgi ve aşkına daldıktan ve kalbî riyazete çektikten sonra sâlik için esmaî ve sıfatî tecellilere mahzar kalbî bir sefanın ortaya çıktığını söylemektedirler. Böylece kul ile isimler ve sıfatlar arasındaki kalın hicaplar ortadan kalkar; kul, esma ve sıfatlarda fani hale gelir, celal ve kutsal izzete tutunur, zatî tam bir tedella (yakınlık/bağlılık haleti) elde eder. Bu durumda sâlikin mukaddes ruhu ile Hak Teala arasında esma ve sıfatlar dışında bir hicab kalmaz.
Sülûk ehlinden bazısı için esmaî ve sıfatî nur hicaplarının yırtılması, gaybî ve zatî tecellilere nail olması ve kendisini mukaddes zata ait ve yakın görmesi mümkündür. Bu müşahedede Hakk’ın kayyumî/kuşatıcı ihatasını ve kendi zatî fenasını şuhud eder. Açık bir şekilde kendi vücudunu ve bütün mevcudatı Hakk’ın gölgesi olarak görür. Nitekim bürhanî/kanıtsal açıdan da Hakk ile tüm madde ve ilgilerden soyut olan ilk yaratık arasında hiç bir hicap/perde yoktur. Hatta mutlak soyut varlıklar için de kanıtlandığı gibi mutlak anlamda bir hicap yoktur. Hakeza ihata ve kuşatıcılık açısından soyut varlıklarla aynı ufukta gezen, hatta onlardan bile ileri gitmiş olan bir kalp için de hiç bir hicab söz konusu değildir. Nitekim Kafi ve Tevhid-i Saduk kitaplarında yer alan bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: “Mü’minin ruhu Allah’ın ruhuna, güneş ışığının güneşe bağlılığından daha şiddetli bir şekilde bağlıdır.”[5]
Alimlerce makbul olan ve bizzat kendisi de masumlardan nakledilmiş olduğuna tanıklık eden “Şabaniye” duasında ise şöyle buyurulmaktadır: “İlahî! Bana, sana tam bir bağlılığı nasip eyle ve kalp gözlerimizi sana bakış nuruyla nurlandır ki kalp gözlerimiz nur hicaplarını yırtsın, azamet madenine ulaşsın, ruhlarımız kutsal izzetine asılsın. Allah’ım bizleri çağırdığında sana icabet eden, kendilerine nazar ettiğinde celalin karşısında kendilerinden geçen, gizlice raz-u niyaz ettiğin halde senin için açıkça amel eden kimselerden eyle.”[6]
Kur’an-ı Kerim’de Resulullah’ın mirac olayı anlatılırken de şöyle buyurulmaktadır: “Sonra yakınlaştı ve daha da yakınlaştı. Araları iki yay aralığı kadar, belki daha da yakın oldu.”[7]
Bu huzurî ve fenaî müşahedenin, Allah’ın zatının künhüne ermenin imkansız olduğunu bildiren kanıtlar ve münezzeh olduğunu bildiren ayet ve rivayetlerle hiç bir aykırılığı yoktur. Hatta bu hususu teyit ve te’kit etmektedir.
Şimdi de bu soğuk ve yersiz yorumların ne gereğinin olduğuna bir bakalım. Hz. Ali’nin (a.s), “Farzen azabına sabrettim, ayrılığına nasıl sabrederim” sözünü ve evliyanın ağlayıp yakarmasını, hurilere ve cennetteki köşklere yorumlamak doğru mudur? Acaba “Biz cehennem korkusu ve cennet sevgisiyle ibadet etmiyoruz. Bizim ibadetimiz hurilerin ibadetidir. Halis bir şekilde Allah’a ibadet ediyoruz” diyenlerin yakarışlarını cennetteki nimetlerden, yiyeceklerden ve lezzetlerden ayrılığa yorumlamak doğru mudur? Heyhat! Bu oldukça yersiz bir sözdür ve oldukça çirkin bir yorum. Mirac gecesinde, hiç bir kulun giremediği o yerde, Cebrail-i Emin’in bile mahremi bile olmadığı o sırlar aleminde, Resulullah’a cennetin ve sağlam köşklerinin gösterildiği söylenebilir mi? O azamet ve celal nurlarının, sadece maddi nimetlerin gösterilmesi olduğu iddia edilebilir mi? Acaba muteber dualarda nebiler için zuhur eden tecellilerin; nimetler, yiyecekler, içecekler, bağlar ve köşkler olduğu düşünülebilir mi?
Heyhat! Ne
ABNA