Egemen sınıflar ideolojik hegemonya kurarken her zaman dini etkiye ihtiyaç duymuştur. Bunun istisnası bir sınıflı toplum egemenliği neredeyse yoktur. Modern çağlar öncesi zaten kral, sultan, halife Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olduğundan din egemenlerin yönetiminin en güçlü aletiydi. Ancak diğer taraftan devleti yönetenlerin aynı dine mensup vatandaşlarının tamamını veya bir kısmını ortak inançları olan bir dinle tehdit etmesi veya ötekileştirmesi doğal olarak da sorunlu bir alan oluşturuyor.
Tayyip Erdoğan’ın elinde Kuran başkanlık yollarına düşmesiyle yeniden tartışılır hale geldi bu mesele.
İslam’da bu mesele ilk kez, Sıffin Savaşı’nda gündeme geldi. İslam peygamberinin ölümünden sonra başlayan iktidar huzursuzlukları zirveye çıkmış ve Hz. Ali ile Muaviye orduları karşı karşıya gelmişti. Bu savaşta üstünlük sağlamak için Muaviye öndeki bir grup askerinin mızrağına Kuran astırıp “Sizinle aramızda Kuran var, O’nu hakem tayin edelim” diyerek Ali’nin ordusunda kafa karışıklığı yaratmak ister ve bunu başarır.
Sonraki süreçte halifelik unvanını taşıyan bütün yöneticiler kendilerine hak gördükleri Kuran’ı temsil imkânıyla halk kitlelerini tahakkümleri altına almışlardır. O kadar ki Sünni mezhebinin önemli simaları, Ebu Hanife, İmam Şafii, Hanbeli gibi mezhep kurucusu isimler kendilerine İslam halifesi diyen devlet yöneticilerinin zulmünden kurtulamamışlardır.
Cumhuriyet tarihinde dinin siyasal mücadelede etkin olarak kullanılmasını ilk kez Demokrat Parti (DP) döneminde görüyoruz. Laik bir siyasal düzen kurmayı amaçlayan Cumhuriyet rejimi Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kurarak denetimli bir Müslümanlığın yaşanmasını arzular ve dinsel söylemden uzak durmaya çalışır. Modernleşme sürecinin hazımsızlığını yaşayan dindar kitlelerin duygularına tercüman olan DP seçim süreçlerinden başarıyla çıkarken DP’nin devamcısı Adalet Partisi’nin lideri Süleyman Demirel de NATO konseptine uygun olarak İslamiyet’i milliyetçilikle harmanlayıp yeni dönemin siyasetini temsil etti. Demirel merkezde kendisi, dinci tarafına Erbakan’ı, milliyetçi tarafına da Türkeş’i alarak kurduğu Milliyetçi Cephe hükümetleri eliyle ülkeyi emperyalizme peşkeş çekti. Siyaset sahnesine girdiği ilk yıllarda Demirel için şöyle maniler dillendirilirdi: “Elinde Kuran, göğsünde iman, geliyor İslamköylü nurlu Süleyman.”
Evren, Özal, Erdoğan…
12 Eylül darbesinden sonra Atatürkçülük şampiyonluğu yapan darbeci Kenan Evren, Atatürkçülüğün toplumun genelini kapsama konusundaki yetersizliğini bildiğinden veya kulağına söylendiğinden(!) elinde Kuran’la meydanlara çıkıp askeri diktatörlüğe taban yaratmak için halkın dini inancına sesleniyordu. Oysa aynı Evren, ilk meydan konuşmalarından birini Erzurum’da yapmıştı. Orada kendisini dinlemeye gelen ön sıralardaki çarşaflı kadınları azarlayarak “çağdaşlık” vurgusu yapmış ve ertesi gün Tercüman’daki köşesinde “Aman paşam halkın dini duygularını böyle rencide etmeyin onlar sizin en sadık kullarınız olmak için can atıyor” demeye getiren Nazlı Ilıcak’ı kolundan tuttuğu gibi hapse attırmıştı. Hapiste 3-5 gün geçirdikten sonra Nazlı Hanım sadece geceleri yatmak için hapse gitmeye başladı. Bu arada akıl hocaları Evren’e İslam dininin darbenin toplumsal meşruiyetini kurma konusundaki önemini vurgulamış olacak ki sonrasında Evren bir daha dindarlara laf söylemeye yeltenmemiştir.
Darbe sonrası Turgut Özal, “dört eğilimi” birleştirme teranesiyle iktidara gelirken asıl olarak 80 öncesi Milliyetçi Cephe’nin kitlesini arkasına almaya çalıştı. Çünkü CHP kitlesi dağılmadan Halkçı Parti’nin arkasında durmayı başarabilmişti. Özal dindarlıkla modernlik ve küreselleşmeyi birleştirmeye çalışan bir görüntü çizdi. Memleketin ihtiyacının tam da bu olduğu konusunda çok laflar söylendi, çok yazılar yazıldı o zamanlar. Tüm dünyada reel sosyalizmin çöküşü ve neolibeal ideolojinin yükseliş döneminin yaşandığı ‘80’li yılların ikinci yarısı ve ‘90’lı yılların başlarında Özal her fırsatta dindar bir kişiliğe sahip olduğunu sergilemeye özen gösterirdi. Ancak o dönem, Özal’ı elinde Kuran meydan meydan gezmeye zorlayacak koşulları barındırmıyordu. Neoliberal söylem, özelleştirme, teknoloji ve küreselleşmenin güçlü hegemonyası dinsel söyleme çok sınırlı bir alanda ihtiyaç bırakıyordu.
Erbakan, siyasetini geniş kitlelere yayabilmek için yumuşatılmış bir söylem kurarken bunda başarılı olmuştu. Ancak sosyalizm sonrası, Müslüman nüfusun yoğun olduğu ülkelerde hızla büyümeye başlayan İslami hareketleri gören derin devlet 28 Şubat’la geleneksel iktidar dışında bir iktidara izin veremeyeceklerini ilan etti. Zor oyunu bozmuştu!
Yeni bir siyasal düzlem tarifiyle sahneye çıkan ve geleneksel siyasal ayrışmaları anlamsız bulduğunu iddia eden AKP ve Erdoğan bu siyasal taktikle iki dönem sürekli başarı grafiğini yükselten bir iktidar dönemi yaşadı. Anayasa referandumuyla gücünü pekiştiren ve artık “rol yapmaya gerek yok” deyip geleneksel muhafazakâr kitlesini kemikleştirmeye ve bu suretle iktidarını tahkim etmeye yönelen AKP süratle toplumun dinselleştirilmesine yöneldi. Cemaatle yaşadığı çatışma bu süreci biraz sorunlu hale getirse de Erdoğan’ın artık yapabileceği başka bir numara yok! Dinci siyasetine biraz da milliyetçilik katabilse bundan iyisi Şam’da kayısı!
Sonuç olarak din; bir sos olarak kullanıldığında egemen sınıfların halka yutturmaya çalıştığı haksız ve adaletsiz düzen yemeğini biraz tatlandırabilir ve yenebilir hale getirebilir. Ancak Türkiye gibi öyle ya da böyle cumhuriyet, sosyalizm mücadelesi ve Kürt siyasi hareketi pratiğini yaşamış bir ülkeye sadece sos yedirmeye çalıştığınızda kendinizi suratınıza püskürtülmüş yemek artıklarıyla baş başa kalmış bulabilirsiniz. Haziran seçimleri bu sosun halk tarafından ne kadar beğenilip ne kadar beğenilmediğinin test edildiği ilk deney yeri olacak!
Tufan Sertlek-sendika.org